26 Mart 2013 Salı

Selda Uzunkaya - ERKEK YAZAR, KADIN OKUR


Bu böyledir demekten öte bir şey bu başlığın altındaki anlamalar. İlk bakışta erkek yazar, kadın okur görüşündeki yazar ve okur kelimeleri eylem ve isim olarak her iki anlamda da kullanılmıştır. Yani erkek yazardır, kadın da okur. Ya da erkek yazandır kadın da okuyan. Her iki biçimde de kadın bir diğerinin varlığına koşulludur.  Onu edilgen, eyleyene bağımlı, kendi başına bir oluşu gerçekleştirmekten uzak çizer.
Nurdan Gürbilek’ in Kör Ayna, Kayıp Şark adlı kitabında "Erkek Yazar, Kadın Okur" adlı makalesi oklarını geçmiş dönem yazarlarının kitaplarına çevirir. Bu konunun köklerini toplumsal cinsiyet rollerinin doğal bir olguya dönüştüğü, kadınlar için güvenilir bir atmosfer yaratıldığının yanılsamasında olan romanlarda arar.
                 
Osmanlı-Türk romanlarında, “Kadın kahramanın elinde bir roman vardır, daha önemlisi okuduğu romandan fazlasıyla etkilenmiştir kadın.” Romanlarda kadınlar kimi kez hayatı okudukları romanlardan öğrenirler, kimi kez, hayalle hakikati karıştırıp olur olmadık sonlara sürüklenirler. Romandan bu denli etkilenen kadına gerçekle hayali karıştırmaktan başka bir ihtimal kalmaz. Çünkü başka hayatları örnek alarak kendi hayatını yaşamaya çalışıyordur kadın. İntikam da, aşk da, ölüm de romandan öğrenildiyse hem de ‘güvenilir’  bir  dilden  -erkeğin dilinden-  o zaman  kadının eylemlerinin kaynağı  erkeğin yazdığı  kitaplardır.
                   
Bu romanlarda yazar bir problemle baş etmeye çalışır. Nasıl rüyanın içeriği, rüyada görülenenden çok, rüyayı gören hakkında fikir verirse romanlarda yutarcasına roman okuyan, okuduğu romandaki kahramanlara özenen, bu kapılma yüzünden gerçekle bağını yitirmiş kadının bu kadar çok karşımıza çıkıyor olması da gerçek kadınlardan çok, yazarın, kendisi hakkında, bazen örtük bazense apaçık bir biçimde “kadın okur” etrafında kümelediği bir dizi endişe hakkında fikir verir. Gerçekten de bir endişe olmalıdır burada. Yoksa romanlarda Paul ve  Virginie’ yi   neden   hep  kadınlar  okusun?  Kadının  intikam  alması  için,  neden  Monte Kristo’ yu okuması gereksin? Genç kız, metres ya da cariye: Erkekler dururken neden özellikle onlar etkilensin romandan?

Nurdan Gürbilek kadın okurun romanı yaşamaya kalkıştığı, bu etkilenmişliğin kadına ait bir şey olduğu saptamasının yanı sıra, meselenin kadınlar hakkında olduğundan çok, yazarın kendi endişeleri hakkında fikir verdiği görüşündedir.

Okuduğu romandan etkilenme endişesi, roman okuyan kadınların  kendilerine bahşedilmemiş dünyanın kapılarını zorladığında, merakın, hırsın, görmediği yerlerin hasretiyle yanıp tutuşmanın nasıl yıkımlara sürükleyeceğinin tehdidiyle bir nevi, Antik Yunan oyunlarının dediği gibi, ‘haddini bil’ dayatmasıdır.
Tanzimat romanında kadın-kitap-etkilenme üçgeni daha çok ima yoluyla kurulmuştu. Kadınlara aşkta, intikamda, ihanet ve intiharda tuhaf bir biçimde hep romanlar eşlik ediyordu. İmayı açık bir formüle dönüştüren, buradan hercai, hayalci, şuursuz kadın okura dair bir kuram çıkartansa Peyami Safa’ ydı. Sözde Kızlar’da, oyuncu olma hayaliyle Hatice adından vazgeçip Belma adını alan, dini bütün halis bir Türk kızıyken bir “ Beyoğlu kadını” olup çıkan Cerrahpaşalı kızın intihar etmeden önce söyledikleri, kitabı okumakla kalmayıp yaşamaya da kalkan kadın okurun kaçınılmaz akıbetine, felaketin romanesk nedenlerine işaret eder: “Neden, bilmiyorum, mektepte arkadaşlar arasında anlatılan hikayelerden mi? Okuduğum romanlardan mı? Seyrettiğim piyeslerden, kurdelelerden mi? Kulağıma gelen meçhul saadetlerden mi? Tuhafiye mağazalarının camlarında, mecmualarda, kartpostallarda gördüğüm tuvalet eşyasından ve resimlerden mi bilmiyorum.” Sanki bu hayal dünyasında yaşamak kadınlara özgü bir şey de öylesine basit bir dünyaları var ki gerçek ve hayali ayırt edemeyecek kadar da şuursuz ve bilinçsiz kadınlar. Peki bu durumu yaratan yine bir erkek aklı değil mi? Yani kadınlar üzerinden böylesi bir peşin yargıyı romanlarında inceden inceye işleyen bir erkek yazar. Karşımızda iki çember var. Biri, durumun böyle olduğunu düşünen yazar, diğeri de romanlarda kadınların köşe bucak ellerinde gezdirdikleri romanın yazarı. Yerli roman kahramanı, yabancı bir yazarın kitabını elinden düşürmüyor. Bir de toplumsal cinsiyet kategorilerini işin içine katarsak çember biraz daha genişliyor. Yani erkek yazıyorsa güvenilir bir kaynaktır o kitap, ama kadın yazıyorsa belirsiz, tekinsiz bir dünyadır önerdiği, ya da anlatmaya çalıştığı.

Erkek yazar, kadın okur, üstelik okumakla da kalmayıp yaşar. Bu durumda sormadan edemediğimiz doğal bir soru da şudur:  Okuduğu  romandan  bu denli etkilenen kadın bir de yazıyor olsaydı acaba nasıl bir sonuç çıkardı? Meseleye Virginia Woolf cephesinden bakmayı yeğlerim. Woolf’ a göre: Doğa kadınları akılsız yaratmamıştır. Ancak toplumun yanlış töreleriyle yasaları, onların akıllarını, geliştirmelerini engellemiştir. Kadınların aptal olmaları beklenir ve tasarlanır. Hele bir kadın yazı yazmaya kalkarsa, dünyanın en gülünç yaratığı sayılır. Çünkü erkeklere kalırsa, kadının asıl marifeti aklını işletmek değil, “modaya uymak, dans etmek, iyi giyinmektir…Erkekler için asıl sorun, kadınların aşağı olmaları değil, kendilerinin onlardan mutlaka daha üstün olmaları ya da kendilerini öyle sanmalarıdır… Çoğu erkekler dimağlarının ancak erkek tarafıyla yazar. Çoğu kadınlar da, onlara öykünerek, dimağlarının kadın yanını yeterince kullanmazlar.”
Kadın aklı başa çıkamayacakları bir korku mu yaratır erkeklerde de, daha baştan kurallarını ve sınırlarını belirlerler, bilinmez.
İkinci kilit soru da şudur: Neden hiç büyük kadın sanatçı yok? Bu sorunun daha baştan kendi içinde sinsice işleyişi kadınların büyük olamamasını kabul etmektedir. Büyüklük erkekliğe özgü bir alanın himayesindedir. Mesele kadın ya da erkek olmaktan çok koşulların bireyler üzerindeki kurgularıdır. Bu sorunun bütününde dikkat edilmesi gereken şey sorunun muhataplarının, sorunun içinde olmamalarıdır, yani bu ‘yok’ luğu sağlayan şey tek başına kadınların başarısızlıkları değil, erkeklerin genelgeçer yargılarıdır. Soru sürecinden yalıtılmıştır.

Kadınlara üretim alanında bahşedilen şey bir hoşgörü dünyasıdır. Böylesi teşvikten, eğitimden ve ödülden yoksun bir alanda yine de büyük işler yapabilen kadınları görmezden gelmek mümkün değil. Unutulmamalıdır ki,  büyük  kadın  sanatçıların yokluğu(!) meselesi, bir deha eksikliği değil toplumsal kurumların, toplumsal cinsiyet rollerinin neyi yasaklayıp, neyi desteklediğiyle birlikte düşünülmesi gereken bir meseledir. İyi bir anne ya da eş olmaya yönelik baskıların doğurduğu suçluluktan kurtulabilmek gibi baş edebilmesi zor sorunlarla karşı karşıyadır kadınlar.

Kadınların mahrum bırakıldığı alanlar ve maruz kaldığı baskılar  üretim sürecinde önemli rol oynar. Bu nedenle hoşgörüye değil, yorumlanmaya açık olmalıdır. Bu bir sonuca götürebilir bizi, çünkü diğeri bir şeyin oluşma sürecinin önünde daha baştan engel teşkil eder, yani onaylanma koşulu, diğeri ise üretimin üzerinden eleştirilmek ya da yorumlanmaktır, sonraya  dahildir.  Suart Mill:  “Alışılmış  olan  her  şey doğal  görünür. Kadınların erkeklere hizmet etmesi, evrensel  bir gelenek  olduğuna  göre, bu gelenekten kopmak doğal olarak doğadışı görünür. Çoğu erkek eşitlikten yana görünse de avantajlarının daha yüksek olduğu bu “doğal” düzeni terk etmeyi istemez.”

Kadının eşitliği sorunu – başka her alanda olduğu gibi sanatta da- tek tek erkeklerin görece iyi veya kötü niyetinden, ya da tek tek kadınların kendine güveni veya güvensizliğinden  değil, kurumsal yapılarımızın  niteliğinden ve bu  kurumların, parçası olan insanlara dayattığı gerçeklik anlayışından kaynaklanıyor…”Neden hiç büyük kadın sanatçı yok?” sorusu, bizi  şu sonuca götürdü: Sanat  üstün  güçlerle donanmış  bir  bireyin kendinden önceki sanatçılardan ve daha belirsiz, daha yüzeysel biçimde de “toplumsal koşullardan” “etkilenerek” ortaya koyduğu özgür ve özerk bir etkinlik değildir. Aksine hem sanat  yapanın gelişimi  hem   sanat   yapıtının  doğası  ve  niteliği  açısından  baktığımızda,  sanat  yapmanın koşulları  belli  bir  toplumsal  çevrede  gelişir,  bu  toplumsal  yapının  ayrılmaz  parçasıdır…
Erkek sanatının idealize edilmesi, kadını toplumsal ve kültürel ilişkilerde ataerkil kültürün içine yerleştirir. Böylece kadınların kimlikleri toplumsal pratiğin tezahürü olarak ataerkil  ideolojinin  onayından geçmiş roller ve imgelerle uyumlu olma koşuluyla oluşmuştur.
İster üreten, ister üretilenin bir parçası olsun, kadın tahakküm alanının tehlikesindedir her zaman. Üstelik o alana hapsedilen şey ‘hafif’ olan cinsin tarafında olduğundan neredeyse gizliden gizliye cezalandırılıyordur. Bu bir erkekse de muhakkak kadınsılaşmış bir erkektir. Bu da onun kaçınılmaz sonudur.

Nurdan Gürbilek’ in sözünü ettiği etkilenme endişesi salt kadının etkilenmişliği değildir. Tanzimat romanları ulusal benliği kaybetmenin edebi endişesini taşır. Bir anlamda Batı’ ya özenmenin, kadın profili aracılığıyla bir yıkıma götürdüğünü vurgular.  Kadının alanı aşağı bir şeyi göstermek için işgal edilmiştir. Bu etkilenme kötü bir etkilenmedir. Batı medeniyetinden alınacak şey ruh ve içerik değil yalnızca usul ve biçimle ilgili şeylerdir. Yani işimize  yarayanları alıp  diğer  yönlerini yadsıyarak bunun mümkün olabileceğine ilişkin kurgulardır. Bu yolda etkilenme yok sayılır ve inkâr edilir. Aşırı etkilenme kendini kaybetmeyle eş değer görülür çünkü.
Okuduğundan hemen etkilenen, aşırı etkilenen, kötü etkilenen kadın okur en çok da burada bu endişenin üzerinde konuşulduğu, bir bakıma şiddetinden arındırıldığı, yazara kendi, karanlığıyla baş etme imkanı veren, baş etmeyecekse de karanlığı bertaraf etmesini sağlayan bir sahne olarak devreye girer…Roman yazarının eril (etkileyen ama kendisi etkilenmemiş), okurununsa kadınsı (daima etkilenen) bir figür olarak düşünülmesi, etkilenme problemini hafifletmese de doğurduğu endişeyi hafifletir. Çünkü problem hem oradadır, yazarın kafası bununla meşguldür; hem de uzaktadır problem, cinsiyet ayrımı sayesinde yazarın uzağına tehlikesiz bölgeye, etkilenmeye fazlasıyla açık kudretsiz cinsin alanına taşınmıştır.

Batıdan etkilenmenin doğurduğu gizli endişenin yükünü kadın okurla sınırlayıp, kendini  korumaya  alarak, hafifletmeye  çalışır Tanzimat romanı  yazarları.  Bu  alan  kadını değersizleştiren, kendi korkularını kadın adanmışlığıyla indirgemeye çalışan bir bakışı getirir beraberinde.
Son olarak söz edilmesi gereken bir konu da hegemonik erkekliktir. “Hegemonik erkekliğin kamusal yüzünün ille de iktidar sahibi erkeklerin ne olduğuna değil, ama bu erkeklerin sahip olduğu iktidarı ayakta tutanın ne olduğuna ve bu kadar çok sayıda erkeğin neyi desteklemeye yönlendirildiğine dair olması gerekir. Hegemonya görüşü, büyük ölçüde rıza gerektirir. Çok az erkek bir Bogart veya bir Stallone’ dur; büyük çoğunluk ise bu imajların ayakta tutulması için iş birliği yapmaktadır… Ama öyle görünüyor ki asıl neden, erkeklerin çoğunun kadınların tabi kılınmasından faydalanıyor olması ve hegemonik erkekliğin de bu üstünlüğü kültürel olarak ifade etmesidir.

Tanzimat romanlarında kadın romana değil, erkeğin korkularına hapsolmuştur. O başkası olma yolunda, kitapla tüketimin kışkırtıldığı bir algının öznesi olmuştur. Erkek asıl varlık kadınlar da onların gölgeleri halinde çizilmiştir. Varlığı koşullu ve bir nedene bağlıdır. Kadın okur, etkilenir öyle ki gelecekle tüm bağlarını koparıp başkalaşacak kadar bağlıdır elindeki romana. Okumakla kalmaz  yaşamaya  kalkışır. Bir  büyüye  kapılıp  gitmiştir  kadın, hayattan  kopar ve yıkıma sürüklenir. İradesi yoktur, eylemlerini elindeki roman belirler. Ama ona bunu yapanın bir erkek olduğu gerçeğini görmemizi sağlayan da Nurdan Gürbilektir.

0 yorum:

Yorum Gönder