1960
sonrası sanat akımları, büyük oranda İkinci Dünya Savaşının
etkileriyle -ki sözü edilen savaş 70 milyona yakın insanın
ölümüyle dünya tarihinin en kanlı ve en büyük savaşıdır-
var olan sanat kategorilerini yıkıp yerine alternatif yeni sanat
formları geliştirmiştir. Bu sanat akımlarının ( body art,
performans, fluxus, pop art, happining vb) köklerini Dadaizmde,
Fütirizmde ve Absürd tiyatroda bulmak mümkündür.
İkinci
Dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan ve yaşamın usa
aykırılığını, bilinen tüm sanatsal uyumları bozarak sahneye
getiren tiyatro akımına: “absürd tiyatro” (uyumsuzluk
tiyatrosu) adı verilir…Absürd tiyatro ortak bir programı olan,
ilkeleri, kurallları saptanmış bir akım olmamakla beraber, belli
toplumsal koşulların ve ekinsel birikimin yarattığı ortak
bilincin tiyatrodaki ifadesidir. İkinci Dünya Savaşını yaşamış
olanların ruhsal durumunu dile getirir. Savaştan sonra bir
umutsuzluk dönemi yaşanmaktadır. İnsan düşüncesi anlayamadığı
korkunç güçler tarafından felce uğramıştır. Milyonlarca
insanın ölmesi, kitle kıyımları, atomun parçalanması,
kentlerin yakılıp yıkılması dehşet uyandırmaktadır. Korku ve
güvensizlik gibi, nedeni çok az bilinen duygular yerini nedensiz
bir endişeye, bunalıma, boşunalık duygusuna bırakmıştır. Daha
iyi bir dünya ülküsünün yerini onarılmaz bir biçimde
parçalanmışlığın kabul edilmesi almıştır. 1
Martin
Esslin’ e göre, oyunların alışılmış bir düzeni, mantıklı
bir gelişimi, merakla beklenen sonu, merakı pekiştiren, düğüm,
çatışma gibi gerilim öğeleri yoktur. Bütün bunlar yerini
imgelerin dokusuna bırakmıştır, oyunun yapısını bu doku
oluşturur.
Absürd
tiyatro yazarları Avrupa tiyatro geleneğinin öz ve biçim
anlayışını yadsımış bu nedenle karşı- tiyatro olarak
adlandırılmıştır. Bilinen tiyatro kalıplarına benzemeyen,
tiyatro olmayan tiyatrodur. Artık bütünü kavrayan bilinç ortadan
kalkmıştır, bütün parçalara bölünmüş, anlam bu parçaların
içine yerleşmiştir.
Fütüriz
kuramı; geçmişin sanatını yadsır, geleceğin sanatının
doğuşunu ilan eder. Sözcüklerin uyumuna ve zevkin baskısına
karşı bir isyanı örgütler. Doğayı yorumlamak için tüm
diğer niteliklerden fazla içtenlik ve el sürülmemişlik
gereklidir. “Yıkma” aynı zamanda
“yaratmadır.” Makine estetiğini formüle etmişlerdir.
Makinenin dinamizmi ve hayatın hızı Fütirizmin yücelttiği en
önemli öğelerdir. Sahne üstünün bir makine gibi
değerlendirilmesi, sahneye yapı özellikleri kazandırılması,
oyuncunun üç boyutlu bir birim olarak kullanılması ve bu
doğrultuda eğitilmesidir. Gerçekçi tiyatronun mantık ölçülerine
karşı çıkıp, daha devingen bir tiyatro anlayışını
savunmaktadırlar.
Dadaizm ise;
savaşın olduğu dünyaya karşı duyulan endişeyi ve kuşkuyu dile
getirir. Gürültülü gösterilerde, seyirciye öfkeyle yaklaşarak,
seyircinin içine sızarak, alışılmış düşünce biçimlerinin
sarsılmasını hedefler. Sanatın ticarileştirilmesine,
metalaştırılmasına sanat ve hayattaki entelektüel katılığa ve
sadece kendinden yola çıkarak kitleyi dışlayan sanat anlayışına
karşı duruşla bir modernizm eleştirisi olarak ortaya çıkmıştır.
Burjuva değerlerinin estetik takıntısına ve korkunçluğuna karşı
bir prostestodur.
1960
yılı sonrası sanat akımlarından Body art ve Performans da bu
özlerden yararlanarak, yapıbozumlarıyla yeni bir biçimde kendi
yöntemlerini uygulamışlardır.
BODY
ART
Body
art insanı özgürleştirmek adına bedenin fiziksel ve zihinsel
sınırlarını zorlar. Ya sanatçının vücudu doğrudan ortaya
konur yada vücudun fotoğrafları çekilip seyirciye ulaştırılır.
Burada psikolojik yönden tedirgin etme, açık ya da gizli biçimde
kendini belli eder. Modernist zihniyetin sterilleşmeyi ve
homojenleşmeyi dayattığı biçimine karşı bunu aşmayı içeren
bir tutumdur. Bu eğilimde vücudu kullanış biçiminde çoğu kez
bir duygunun en zorlu hali, son kertesi anlatılmak istenir. Amaç
seyirciyi kendini korumaya aldığı güvenilir dünyaya dokunmak,
çekildiği ilgisizlik ortamından kopartmaktır. Bir anlamda
kışkırtmadır. Beğenilecek şeyler yapmanın ötesinde ‘sanatsal
değer’i ortaya çıkarmak için yaratılan boşluğun -yani olup
biten, bitmesi gereken şeylerin yerine yeni şeylerin koyulması
gereğinin- sorgulanması önerisi getirmekteydiler. İhtiyaç
duydukları her türden malzemeyi kullanmakta, izleyici-alımlayıcı
potansiyeli olan halkla iletişim kurmanın yollarını aramakta,
Fütürizm ve Dada’ya ek olarak gelişen iletişim
teknolojilerinden faydalanmaktaydılar.
Sanat yapıtı ve yaratıcısı arasında özdeşliğin yani tam bir bütünleşmenin sağlanması için Gilbert ve Georges’ un başlattığı canlı heykeller, şarkı söyleyerek, yürüyerek, yemek yiyerek saatlerce hareketsiz kalıp kendilerini sergilerler. Böylelikle beden kendi sınırlarını aşmış, iddia ettiği şey değil, öznenin ta kendisi olmuştur.
Bu
uygulamayı hayata geçiren bir diğer sanatçı da Joseph Beuys'
tur. "24 Saat" konulu çalışmasında, kolları gerilmiş
olduğu halde bir kutu üzerinde 24 saat durmuştur.
Body art’ ın acı
ve tehlike içeren gösterilerinden biri de Gina Pane’ in entim
(mahrem) aksiyonlarındadır. Örneğin vücudunda jiletle çizikler
oluşturur ve kanı sildiği pamukları sergiler.
Viyana'lı olan Gunter Brus'un pislikle ilgili dürtüleri uyandırmaya yönelik çoğu kez çıplak olarak gerçekleştirdiği eylemler ve Rudolf Schwarzkogler'in hırpalanmış, zedelenmiş bir modelin vücudunu kullanarak gerçekleştirdiği çarpıcı görüntülere dayalı çalışmaları Body art’ ın belirgin örnekleri olarak sayılabilir. Sartre: “Bastırılması olanaksız şiddet… kendini yeniden yaratan insandan başka bir şey değildir… Yeryüzünün lanetlileri ancak çılgın dehşetle insan haline gelebilir.” der.
Amerikalı sanatçı Chris Burden bir sergide yaşamını tehlikeye atarak bir arkadaşından 22'lik bir karabina ile üzerine ateş etmesini istemiştir. Chris Burden'in bu davranışı Vücut Sanatı için simgeseldir ve Burden bu şiddet uygulamasıyla birlikte "sınır" sorununu da gündeme getirmektedir.
Sonuç
olarak: Body art sanatçıları yaşam ve ölüm, bilinç ve
bilinçaltı, sanat ve anti-sanat arasındaki sınırlarda, gövdenin
sanatsal üretimin öznesi olmasını sağlamışlardır. Çünkü
modernite tarihi bünyesinde iktidarın gövdeyi hapsetmesine,
gövdeyi iktidarın kullanabileceği ve bu yetkinin devletin elinde
bulunuyor olmasını barındırır. Bu anlamda Body art
sanatçılarının gövdeye yönelik yaklaşımları politik, çıkış
amacındaki süreci muhaliftir. Görünen şiddet değil ardındaki
düşünce olmalıdır. Yani devlet keyfi bir şekilde işkence
yapabilir ya da başkaları adına karar verebilir. Buna eleştiri
olarak sanatçı kendi kurtarılmış bedenine, kendi istediğini
yapmalıdır ama ölüm ve acı korkusunu yenerek, bedenin insana
yaşattığı kısıtlamalardan kurtularak.
Body
art sanatçılarının sınır ihlali kamusal alan ve özel alan
ayrımını ortadan kardırır. İktidarın denetimindeki kamusal
alana uyumsuzluk getirir, stilize yaşanan hayatların kurallarını
ihlal eder. Onlar için önemli olan gerçeğe yaklaşma ve rol
yapmıyor olmalarını kanıtlamaktır.
PERFORMANS SANATI
Performance sözcüğü,
“gösterme”, “gösteriş” sözcükleriyle beraber "tamamlama"
anlamını da içermektedir. Bir sanat yapıtının "tamamlanması",
bir başka deyişle "sanat performansı”-sanat yapıtının,
hiçbir özel beceri gerektirmeden, özel bir işlev ve ifade
yüklenmeden seyirci tarafından tamamlanması anlamına gelmektedir.
Yani metinden bağımsız olarak sahneleme, bu tamamlanma içindir.
Rabkin’ e göre: “Performans,
sözmerkezci
dürtüyü inkar eder, beden sözü aşar.”
Performans sanatı
yalnızca bir an için varolur. Mesajın yerine süreç, sözün
yerine beden geçer. Bir kez yapılır tekrarı yoktur, bu nedenle
Performans sanatı yalnızca seyircinin belleğinde varlığını
sürdürür. Sanatla hayat arasındaki mesafeyi yok sayar,
disiplinlerarası bir bağla ve alternatif mekanlarda
gerçekleştirilerek sonucu değil, süreci önemli kılar. 1960
yılı sonrası sanat akımlarının bir uzantısı olmakla beraber
onları bünyesinde barındırır, hatta bu akımlar Performans
sanatı içinde erimişlerdir.
Performanslardaki
ortak özellikler şöyle toparlanabilir: Toplum kurallarını ve
yerleşik kuralları reddetmek, karşı ve aykırı olmak, iktidar
barındırmamak, göreneklere ait olmamak, alışılagelen sanat
anlayışını bozmak, yeni ve öncü olmak, kuraldışı olmak, anti
konvansiyonel olmak, köksüz olmak ‘mış gibi olmamak
-performansta her şey gerçeğin kendisidir. Eğer kan varsa boya
değil, kanın kendisidir- yaşamın bir kesitini, oluşumu
paylaşmak, izlemeye gelenleri pasif konumdan aktif üreten ve sanata
dahil olan katılımcı konuma getirmek, satılık olmamak -ancak
giriş biletleri ve film hakları satılabilir- gösteri mekanı
olarak sahne yerine galeri, müzeler, kafeler, bar ve sokaklar gibi
alternatif yerleri kullanmak, belli bir süreye ve yazılı metne
bağlı olmaksızın bazen doğaçlama bazen de aylarca prova
edilerek gerçekleştirmek -ancak bazı performans sanatı
gösterileri metinden veya dramatik kurgudan yararlanır ama
alışılmış dramatik kurgu ve metinler konvansiyonel tiyatroyu
hicvetmek ve onun üstüne çıkmak kastıyla kullanılır- sanatçı
ve katılımcısı için geçici, kısa süren, özgün,
tekrarlanmayan ve kaydedilmeyen bir deneyim yaşatmak, yalnızca bir
an için var olmak ve katılımcısının belleğinde varlığını sürdürmeyi hedeflemek.2
Fütürizm,
Rus avangardları, Dadaizm ve Sürrealizm dahil olmak üzere 20. yüzyıldaki avangard okul ve
hareketlerin bir çoğunun önemli bileşenlerinden biri
performansdı.
Performans Beat sanatçıların çalışmalarında da
gözlemlenmiştir. Beat Edebiyatının temel özelliklerini Altay
Öktem şöyle özetler:
- Kurgusal anlamda sahicilik ön plandadır. Cinsellik ve şiddet öğeleri yapıttan soyutlanamaz.
- En uç ve sıradışı olaylar ele alınsa bile, yapıtlarda fantastik ya da bozulmuş gerçeklik değil, somut gerçeklik söz konusudur.
- Dilin kullanımı son derece esnektir, argo ve küfür kulanımından kaçınılmaz
- Yapıtlardaki karakterler genellikle sıra dışıdır.
- Gerek temasal anlamda, gerekse dil ve anlatım biçimlerinde, kesinlikle didaktik bir yöntem uygulanmaz, öğreticilik vasfı içermez.
- Genel kabul gören etik ve estetik değerleri önemsemeyip, kendi etiğini ve estetiğini oluşturur.
- İnsan psikolojisinin gizil kalmış yanlarına ait zengin veriler barındırır.
Performans sanatının
önemli isimlerinden biri Nitsch’ tir. Dozu
iyice arttırılmış şiddet (yanılsama değil, gerçek şiddet),
seyirciyi uyarmada, tedavi etmede etkili bir yöntem olabilir miydi
acaba? Avusturyalı sanatçı Hermann Nitsch’in (1938) kafaya
taktığı mesele buydu işte. Bu niyetle, bir dizi kanlı gösteri
düzenledi sanatçı. Ona göre, şiddet gösterisi, yalıtılmış
mekânlara mahkûm edilen modern insana bir katarsis
(arınma) sağlayabilirdi. 1957’de Avusturya’da Gizemli
Alem Tiyatrosu’nu
bu niyetle kurdu sanatçı. Bu özel tiyatro, yaşamın tüm
boyutlarıyla yoğunlaştırılmış haliydi onun gözünde. Nitsch,
sanat ve yaşam arasındaki eşiğin (acı ve iğrenme eşiğinin)
aşılması gereken çetin bir sorun olduğu düşüncesindeydi. Acı
ve iğrenme eşiği, insanın bir yandan inandığı geleneklerin bir
yandan da yoldan çıkmasına neden olan, herkese tanıdık gelen
günahların tam ortasında yer alıyordu Nitsch’e göre. Tezgâhını
bu eşiğe kurmasının nedeni, yaşam ve sanat arasındaki engeli
kaldırmaya yöneliktir işte. Kendini kutsal kuzunun kanına gömen
ve insani varoluşun nihai gizini saklarcasına, katledilmiş
hayvanın bağırsaklarını önce çıkarıp sonra da yüreğin
içine sokan biridir o. Et, varlığa giden kaçınılmaz yol
-varlığın döl yatağı; Nitsch ise şeytan tarafından ele
geçirilmiş insandır. En iyi niyetle, İsa’nın bir
taklitçisidir.
Nitsch,
Gizemli Alem Tiyatrosu’nu kendi malikanesinde kurmuştur. Ana
salondan koridorlara, şarap mahzeninden ahırlara, balkonlardan avlu
ve bahçeye kadar her taraf tiyatro sahasıdır. Geleneksel
tiyatrodakinin tersine, oyuncular seyircilerle aynı düzlemdedir.
Profesyonel
ve amatör oyuncular sahneyi birlikte paylaşırlar. Gösteri
sırasında etrafa saçılan kan, boya değil gerçektir. 1962’den
itibaren yapmaya başladığı bir dizi kanlı eylemin bazıları 24
saat, bazıları 3 gün, bazıları da 6 gün sürmüştür. Ancak
sanatçıya göre, bu eylemleri bitmiş olarak düşünmemek gerekir;
çünkü, tıpkı yaşamın kesintisiz sürdüğü gibi, sanat da
onun yoğunlaştırılmış ikizi olarak sürer gider.
1984’te
gerçekleştirdiği 80. Eylem, tipik bir Nitsch seremonisiydi
örneğin. Saflık simgesi olan beyaz giysiler içindeki sanatçının
gözleri siyah bir bezle kapatıldıktan sonra bir çarmıha
gerilmişti. Yardımcıları, seyircilerin gözleri önünde bir
sığırı önce kesip, sonra da iç organlarını birer birer
çıkarmışlar, bu arada da çarmıha bağlanmış sanatçının
üstüne kan dökmüşlerdi. Üç gün süren gösteride bedene
yapılan taciz bütün çıplaklığıyla sergilenmiş, insanların
rahatsız olması sağlanmıştı. Farklı hayvan bedenlerinin
eşliğinde yapılan diğer gösterilerde de buna benzer vahşet
görüntüleri vardı. Sanatçı ve izleyicilerin ne derece
arındıkları elbette bize karanlık. Ancak, hayvan katliamı
aracılığıyla yapılan bu tip gösterilerin, insanın gaddarlığını
ve ikiyüzlülüğünü ortaya koyduğundan hiç şüphemiz yoktur.
Bu gösteriler, insanlara ‘işte siz!’ diye tutulan ayna gibidir.
Nitsch
bedenini kana bulamıştı ama katledilen canlı bir başkasıydı.
François
Pluchart'a göre: “Vücut,
malzeme ve anlatım aracı olarak Body-Art'ın temel verisi, aynı
zamanda "toplumsallaştırılmış et ve ussuzluk okyanusu"
dur.
Yugoslav sanatçı Marina Abramoviç (d.1946) ise bir adım daha atmıştır. Gösterilerinde kendini yaralayarak tensel acıyı bizzat deneyimlemiş ve hatta zaman zaman ölüme çok yaklaşmıştır.
Abramoviç
kendi bedenini yapmaya, imgeleştirmeye ve sahiplenmeye karar veren
bir kadındır. Ayinsel havadaki gösterileri, can yakar
niteliktedir. Örneğin, 1973’te Edinburg Festivali’nde
gerçekleştirdiği ve 1 saat süren Ritim
10 adlı
gösterisi şöyleydi:
Ayinsel bir havada, sanatçı önce yere beyaz bir kağıt serdi ve üzerine 10 tane farklı bıçak yerleştirdi. İki de ses alma cihazı hazır bekliyordu. Sıra gösteriye geldiğinde, ilk teybin ses kayıt düğmesine bastı; sol elini tırnaklarını ojeyle dikkatlice boyadı ve sonra parmaklarını açarak yere koydu. Derken, bıçaklardan birini sağ eliyle alarak sol elinin parmakları arasına mümkün olduğunca hızlı bir ritimde vurmaya başladı. Her seferinde, hırçın sağ el yerdeki pasif sol eli yaralıyordu. Böylece, bütün bıçakları kullandıktan sonra, teybi geri sardırdı ve gösterinin ilk bölümünde kaydedilen sesleri sonuna kadar dinledi. Sonra yeniden yoğunlaştı ve gösteriyi tekrar etmeye başladı. Bıçakları aynı sırayla alıyor, aynı ritimle vuruyor, eli aynı şekilde yaralanıyordu. Tabii bu arada, teypteki seslerle o an çıkarmakta olduğu sesler eşanlı olarak işitiliyordu. Bittikten sonra, ikinci teybi de geri sardırarak bu kez her ikisini de birlikte dinledi ve salondan ayrıldı.
Ayinsel bir havada, sanatçı önce yere beyaz bir kağıt serdi ve üzerine 10 tane farklı bıçak yerleştirdi. İki de ses alma cihazı hazır bekliyordu. Sıra gösteriye geldiğinde, ilk teybin ses kayıt düğmesine bastı; sol elini tırnaklarını ojeyle dikkatlice boyadı ve sonra parmaklarını açarak yere koydu. Derken, bıçaklardan birini sağ eliyle alarak sol elinin parmakları arasına mümkün olduğunca hızlı bir ritimde vurmaya başladı. Her seferinde, hırçın sağ el yerdeki pasif sol eli yaralıyordu. Böylece, bütün bıçakları kullandıktan sonra, teybi geri sardırdı ve gösterinin ilk bölümünde kaydedilen sesleri sonuna kadar dinledi. Sonra yeniden yoğunlaştı ve gösteriyi tekrar etmeye başladı. Bıçakları aynı sırayla alıyor, aynı ritimle vuruyor, eli aynı şekilde yaralanıyordu. Tabii bu arada, teypteki seslerle o an çıkarmakta olduğu sesler eşanlı olarak işitiliyordu. Bittikten sonra, ikinci teybi de geri sardırarak bu kez her ikisini de birlikte dinledi ve salondan ayrıldı.
Abramoviç
1975’te Kopenhag’taki Charlonttenburg Sanat Festivali’nde de
Sanat
Güzel Olmalı, Sanatçı Güzel Olmalı adında
benzer içerikli bir gösteri yapmıştır. Seyircilerin karşısında,
makyajlı ve çırılçıplak bir halde kısa bir süre bekledi,
yoğunlaştı. Sonra, sağ elindeki metal fırçayla ve sol elindeki
metal tarakla saçını sağlı sollu taramaya başladı. Tarama
işini yaparken bir yandan da sürekli “Sanat güzel olmalı,
sanatçı güzel olmalı”, “Sanat güzel olmalı, sanatçı güzel
olmalı...” diye söyleniyordu. Sonra birden bire saldırganlaştı,
saçına ve yüzüne zarar verinceye kadar bir saat boyunca devam
etti. Kendine yaptığı bunca eziyet, Batı kültüründeki en temel
korkulardan biri olan acı korkusunu kafasından atma ve dolayısıyla
kendi bedenindeki varoluşu yakalama düşüncesinin yansımasıydı.
Ayrıca, sözden bir kurtuluş da söz konusuydu burada. Sözleri
sürekli tekrarlaması, sözün anlamını kaybetmesine yol
açmaktaydı.3
Sergi alanına
girmek isteyenler iki çıplak insan vucudu arasından birini seçip
yüzünü ona dönerek geçmek zorundaydı ve çok az kişi
sanatçıların yüzüne baktı. Onlar sadece kendi alanının ihlal
edilmesini sağlamıyor başkalarını da bu alana girmeye
zorluyordu.
Performansın, sanat
eserinin yaratılma sürecinin parçası kılındığı Yves
Klein “Anthropom” çalışmasında önce
çıplak vücutları maviye boyar, ardından onları tuval üzerinde
hareket ettirir.
Geleneksel
ve kabul gören sanat üretim yöntemlerini ironi ve yergi eşliğinde
yıkmak Duchamp'ın sanat anlayışının ana fikirlerinden olmuştur.
Kendisini geleneksel resimden uzak tutmaya ve sanat eserinin
kavramsal değerinin ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Nesne
sanat eseri olur, çünkü sanatçı onu o şekilde tasarlamıştır.
Yani bir hazır nesne ona katacağınız yorumla bir sanat eserine
dönüşür.
Duchamp'ın
diğer belki de en ünlü hazır nesnesi başaşağı duran bir
pisuar olan "Çeşme"'dir.
Bu çalışma halkın beğenisinin ve sanatsal tekniklerin
sınırlarını zorlamıştır.
Duchamp'ın Çeşme eseri 2004 Aralığında
İngiliz sanat çevresinden 500 kişinin oylarıyla 20. yüzyılın
en etkili eseri seçilmiştir.
Kurt
Schwitters
resim, heykel, tipografi ve edebiyatla uğraşmış Alman sanatçıdır.
1917-18 arası Dışavurumculuk ve Kübizm'den etkilenmiş, 1918'da
Hannover'de 'Merz' adını verdiği bir Dada akımı
yaratmış; etiketler, kırık tahta parçaları, biletler gibi atık
malzemelerden kolajlar ve konstrüksiyonlar oluşturmuştur.
Ressam
Robert
Rauschenberg
1951'de
"Beyaz Boyamalar" adını verdiği bir seri tablo yapar.
Tümüyle beyaz boyalı 7 parçadan oluşur. Ressamın
bu çalışmasında amacı şudur: sergiyi gezenler sanat eserine
bakarken beyaz tabloya gölgeler(i) düşer ve beyaz tablolar
kendilerini-hayatı yansıtır. Hareketli bir sanat eseri yani. Zaten
beyaz yedi rengin kesişiminden oluşur. O renkleri kendinde
toplamıştır. Tıpkı gölgeleri topladığı gibi.
Bu
eser, minimalist müziğe damgasını vuran Jhon Cage’e
4’33″ eserinde
ilham vermiştir. Cage bu eser için tam 4 yıl
uğraşmıştır. 4’33″ belki
de müzik tarihinin zirvesinde bir eser. Çünki 4’33″ Herhangi
bir enstrüman (veya enstrüman grubu) için yazılmış olup
partisyonda müzisyenlerin üç bölüm boyunca enstrümanlarını
hiç çalmamaları gerektiği belirtilmektedir. Parçada birinci
bölüm otuz saniye, ikinci bölüm iki dakika yirmi üç saniye,
üçüncü bölüm ise bir dakika kırk saniyedir. ilk bakışta 4
dk. 33 sn. süren bir sessizlik olarak düşünülse de aslında tam
da öyle değil. Eserin icra edilmesi esnasında çıkan sesler,
havalandırma sesi, sandalye sesi, nefes alış veriş, trafik sesi,
kapı sesi, konuşmalar, kuş sesleri, yani o an orada olan ne varsa
müziği oluşturan şey onlardır. Cage’ in
bir başka çalışmasında da piyanonun tellerini birbirine
bağlayıp, aralarına; lastik, tokmak, tahta gibi değişik cisimler
yerleştirerek, geleneksel tınısından farklı sesler yakaladı.
Yoko
Ono, Parçaları
Kesmek
adlı performansında seyircileri makasla üzerindeki elbiseyi
kesmeye çağırmıştır. Nasıl ve nereden keseceklerini seyirciler
bilir. Bir sınır yoktur. Mahremiyetin ve özel alanın sınırlarını
zorlamıştır, ve bu çalışma katılımcılar olmadan asla olmaz.
Allan Kaprow sanatın
seyirlik olmaktan çok, bir deneyim olması gerektiği fikrini
savunmuştur. sanatın
malzemesini “beden”e ve sanatı “bedenin eylemlerine”
dönüştürmüştür. Böylelikle de, sanat artık sanatçının ve
kurumların iktidarından çıkarak, ortak bir paylaşım haline
gelmiştir. Bu dönem, “sanata adanmış hayatlar” yerine “hayata
adanmış sanatın çağı” olmuştur.
Türkiye’
de ise Performans sanatı denilince akla gelen iki isim: Canan ve
Şükran Moral’ dir. Onlar bireyselden
yola çıkan sanatçılar fakat toplumsal çarpıklıkları,
tahakkümleri, dogmaları da tüm çıplaklığıyla
sergileyebilmektedirler bu nedenle de bir çok gösterileri
eleştirilere, sansüre ve toplumsal baskıya uğramıştır. Canan’
ın Görmedim,
Duymadım, Konuşmadım adlı
çalışmasında Aile kurumunun masumiyeti sorgulanır. Barbi
bebekler de masum birer oyuncaktır. Masum barbi bebekleri böylesi
bir karmaşada göstererek
Şükran Moral Aşk ve Şiddet’ te kızının klitorisini kesen, onu okula göndermeyen,anne figürü, toplumun kendi kurallarını devamlı olarak kadınlar üzerine dayatmaya çalışması ile ilgilidir. Kadınların zevk alması, hayatı olması, beden bütünlüğüne sahip olması, eğitilmesi imkansızdır. Özel hayat ve mahremiyet kadınlar için neredeyse yoktur.
Şükran Moral
Genelev
Adlı çalışmasında Bir hayat kadını kılığında, genelevi
kapısına “Çağdaş Sanat Müzesi ve elinde tuttuğu kağıda ise
“ Satılık” yazmıştır. Sanatın ve sanatçının bir tüketim
nesnesine dönüşmesini eleştirmiştir.
Seher Uysal “Kamusal
Alanda Mahremiyeti Sorgulamak” adlı yazısında: “Aslında
neredeyse varolmayan bir mahremiyet düşüncesi kadınların devamlı
olarak suskun kalması için kullanılmaktadır. Kadın sanatçılar sıklıkla kendilerini sanatçı oldukları için kurtarılmış bireyler olarak görmediklerini, bu toplumda yaşayan bireyler olarak gördüklerini, kendilerinden yola çıkarak sorguladıklarını, tüm bu soruları sorarken yapabilecekleri şeyin sorunları ancak görünür hale getirmekten ibaret olduğunu söyleseler de toplumsal normlara karşı çıktıklarından ayrıksı, ajitatif, ahlaksız ya da seks düşkünü olarak adlandırılırlar.”
….. onlara ihtiyacımız var
KAYNAKÇA
Arendt, Hannah. Şiddet Üzerine, İstanbul: İletişim Yayınları, 1997.
Bozkurt, Nejat. Sanat ve Estetik Kuramları, İstanbul: Sarmal yayınları, 1995.
Cogito Dizisi 6-7 sayı. Şiddet, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2007.
D.E.Ü, G.S.F. Prof. Dr. Özdemir Nutku’ ya Armağan, İzmir: D.E.Ü. Matbaası, 2012.
Esslin, Martin. Absürd Tiyatro, Ankara: Dost kitabevi, 1999.
İmages, Getty. 1960’ lar, çev.: Canan Feyyat, İstanbul: Literatür yayınları, 2005.
Kahraman, Hasan Bülent. Sanatsal Gerçeklikler, Olgular ve Ötekileri…,İstanbul: Everest yayınları, 1995.
Notos, 29. Sayı. Yeraltı Edebiyatı, İstanbul: Notos Kitabevi Yayınevi, 2011.
Şener, Sevda. Dünden Bügüne Tiyatro Düşüncesi, Ankara: Dost yayınları, 1998.
2007http://my.opera.com/mehmet%20yilmaz/blog/show.dml/1501276
http://kuirella.blogspot.com/
1 Sevda Şener, Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi, (Ankara: Dost Kitabevi, 1998), s. 298.
2 Selda Ergün, Prof. Dr. Özdemir Nutku’ ya Armağan, (İzmir: D.E.Ü Matbaası, 2012), s. 386-387.
3 Mehmet Yılmaz, “ Tuvalden Sahneye Fırlayan Şiddet”2007http://my.opera.com/mehmet%20yilmaz/blog/show.dml/150127